MUCİZE


“Ne çok zaman geçmiş, hala yaşıyor olmamız mucize”. Böyle düşünüyordu. Düşünüyordu! Düşünüyor muydu yoksa dile mi getiriyordu. Yoksa zaten düşünüyordu da tesadüfen aklına üşüşen düşünceleri refleks olarak sese mi dönüşüveriyordu. Bütün bu düşünce karmaşasını “haklısın be kardeşim” sesi dağıttı. Bunu bir cevap olarak değil de bir ses bütünü olarak algıladı nedense. Sese doğru kafasını çevirdiğindeyse çocukluk arkadaşının, tanıdık, bildik ve neredeyse her göz ifadesini yıllar içerisinde ezber ettiği bakışlarıyla karşılaştı. Çocukluk arkadaşı Sinan’ın kendisine göre cevabı ona göreyse de bir ses bütünü olan “haklısın be kardeşim”i adeta havada asılı kaldı ve önemini yavaş yavaş yitirerek dağılıp gitti. Sinan onun için bir çocukluk arkadaşından daha fazlasıydı aslında. İlk arkadaşıydı en başta. Kendini bildi bileli arkadaştılar. Kendini bildi bileli sözünü gelişigüzel bir hafıza süzgecinden geçirip düşündüyse de kendini bildi bileli zaman kavramının tam olarak ne zaman başladığını hatırlayamadı. Bugün, bir düşündüğü bir düşündüğünü tutmuyordu. Uzun sessizliklerin bile anlam kazandığı bir arkadaşlık hatta dostluktu onlarınki.
Henüz arkadaşların birbirlerine lakaplar takabildikleri, akşam ezanının oyunun bitiş saati kabul gördüğü yıllarda doyasıya yaşamışlardı sokakta, çocukluklarını. Onlar ki kader kurbanı olmadan, tamamen bilinçli bir tercih olarak bunu yaşayan son sokak çocuklarıydılar. Ellerinde övündükleri, doyasıya yaşadıkları çocuklukları vardı. Ya şimdiki zamanları! Bulundukları durumları, yaşadıkları hayatlarıyla övünebiliyorlar mıydı acaba? Ya da övünebilecekleri bir geleceğe sahip olma ihtimalleri neydi? “Bizim nesil çocukluğa, çocukluğumuza yatırım yaptı. Oysa şimdiki yetişkinler çocuklarının geleceğine, geleceklerine yatırım yapıyorlar. Bunu yaparken de çocukluklarını ıskalıyorlar çocuklarının.” Bütün bunları kendisi mi söyledi yoksa çocukluk arkadaşı Sinan mı dillendirdi, ikisi de anlayamadı. Sadece söz olarak ağızdan çıktı ve anlam kazanıverdi. Bir tespitten ziyade, bir hayıflanmaydı aslında. Ne çok zaman geçmişti gerçekten de. On sene önce mesela böyle düşünmüyorlardı. O zamanlar, henüz yirmili yaşlarının başlarındaydılar ve henüz geç kaldıkları bir şeyleri yoktu. Beraber ve bireysel kurdukları hayalleri vardı sadece hayatlarının merkezinde. Bir yandan büyürlerken bir yandan gerçekleştirmeyi düşündükleri hayalleri. Henüz yirmi yaşına girerken bir büyüğünden işittiği nasihatı anımsayıverdi; “Hayat, yirmi yaşına kadar çok yavaş geçer ama yirmi yaşından sonra adeta yokuş aşağı yuvarlanan top gibidir. Yılların nasıl geçtiğini anlamayacaksın bile.” Bu sözü düşünürken acı acı tebessüm ettiğini neden sonra fark edebildi. İkisi de artık otuzlu yaşlarındaydı, ikisi de iyi kötü bir şeyler yapmışlardı hayatlarında. Kimisi yirmili yaşlarında kurduğu hayallerinden tamamen uzaklaşmış, bambaşka bir hayat kurmuştu kendisine. Kimi ise kurduğu hayallerin kıyısından köşesinden bir şeyler tutturmayı, gerçekleştirmeyi başarmıştı. Sinan, otuz beş yaşındaydı. Şaire göre yolun yarısı, dünya yaş ortalamasına göre ise genç sayılabilecek bir yaştaydı. Evlenmiş, aile kurmuş ve dört yaşında bir kız çocuğuna sahip bir babaydı artık. Kendisi ise Sinan’dan sadece iki yaş küçüktü. Henüz Sinan’dan sadece iki yaş küçüktü. Henüz evlenmemişti. Çoluk çocuk planları şöyle dursun evlilik için ciddi hiçbir girişimi olmamıştı bile. İki eski arkadaş. İki can dostu her şeylerine rağmen birbirlerinin hayatlarına özendikleri oluyordu. Yine o konuşmasalar da anlaşabildikleri sessizliklerinden birini Sinan’ın imrenme ve hayıflanma karışımı cümlesi bozuverdi. “Ne güzel yahu, kendi hayatını yaşıyorsun. Kimseye karşı sorumluluğun yok. Hiç kimsenin senden beklentisi yok. Ne güze valla, bazen çok özeniyorum sana.” Kendince haklıydı aslında Sinan. Çocukluk arkadaşıyla buluşmaya gelirken bile, karısından ancak iki saat için müsaade alabilmişti. Bu sefer hayaller yoktu. Geleceklerine dair kurgulanmış planları vardı. Ve hatta kendilerinin bile dışında gelişen planları. Kendileri için olmasa bile başkalarını memnun etmek için uydukları dahası uymak zorunda oldukları kurallar.
Onlara göre, yirmili yaşları kendilerini mutlu etmek için kurdukları hayaller demekti. Otuzlu yaşları ise başkalarını memnun etmek için uydukları kurallara dönüşüvermişti. Kırklı yaşlarının ise ne gibi kurallar, mecburiyetler ve beklentiler getireceğini henüz kestiremiyorlardı. Emin oldukları tek bir şey varsa o da kırklı yaşları da tıpkı otuzlu yaşları gibi son sürat geçiverecekti. Ve yine dünya yaş ortalaması sağ olsun birçoklarına göre hala genç sayılabilecekler, orta yaşlarına henüz adım atacaklardı. Bütün bunları düşündüler mi yoksa beraber geçirdikleri iki saat boyunca konuşmuşlar mıydı, bunu ikisi de fark etmedi. Dahası umursamadılar bile. İşte bu iki saatleri bile tıpkı otuzlu yaşları gibi adeta su gibi akıp gitmişti. Koskoca otuz küsür yılın yerine iki saatlerinin hesabını yapıyor olmalarını yadırgamadılar bile.
İki eski arkadaş, iki eski dost olarak sarılıp vedalaşıp bir daha ne zaman tekrar görüşebileceklerini bile planlayamadan, kendilerini bekleyen kurgulanmış hayatlarını bir kural olarak yerine getirmek üzere birbirlerinden farklı yönlere doğru yürümeye başladılar. Neden sonra, kendisinden bir hayli uzaklaşmış olan Sinan’ın arkasından bakarken, Sinan’ın hayatının mı yoksa kendi hayatının mı daha gurur duyulacak olduğunu, daha başarılı sayılacak olduğunu düşünüyordu. Düşünüyor muydu yoksa kendi kendine konuşuyor muydu? Bunu hiçbir zaman anlayamadı. Arkasını dönüp çocukluk arkadaşı Sinan’ın tam zıttı yönde uzanıp giden yolda sadece yürümeyi sürdürdü.
                                                                            Vacip ÖRGER

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KİTAP

Beyaz Karanlıkta Bir Düşü Yazmak...